Tüketim Çılgınlığı, Yabancılaşma ve Korona... Prof.Dr.Ahmet Özer yazdı

29.03.2020 - 16:00, Güncelleme: 29.11.2021 - 14:41
 

Tüketim Çılgınlığı, Yabancılaşma ve Korona... Prof.Dr.Ahmet Özer yazdı

İnsanoğlu uygarlık tarihi boyunca çok felaketler yaşadı. Bunların en büyükleri kıtlıktan doğan açlık, hastalıklardan doğan salgınlar ve meydan savaşlarında yaşanan katliamlardı.

Corona virüsü bize tüketim çılgınlığını ve kendimize olan yabancılaşmamızı hatırlattı. Nasıl mı? Anlatayım. İnsanoğlu uygarlık tarihi boyunca çok felaketler yaşadı. Bunların en büyükleri kıtlıktan doğan açlık, hastalıklardan doğan salgınlar ve meydan savaşlarında yaşanan katliamlardı. İnsanoğlu geçmişte kitleler şeklinde açlıktan ölüyor; veba, verem, tifo, Isp gribi gibi iptidai hastalıklardan ötürü bir anda köyler, kasabalar, şehirler yok oluyordu. Zamanla tıbbın gelişmesi ve antibiyotiğin bulunması ile bunların üstesinden geldi. Tarım teknolojileri sayesinde açlığı da yendi. (Öyle bir zaman geldi ki obeziteden ölenlerin sayısı açlıktan ölenlerden fazla oldu. Hala bazı bölgelerde yaşanan açlık ise doğal değil, siyasidir) İnsanoğlu, bunları başarınca bir anda kendini dünyanın efendisi sanmaya başladı ve başka hastalıklar peydahladı, tatmin olmayışının doyumsuzluğu sayesinde. Bu yeni hastalığının adı “Tüketim çılgınlığı” idi. Ne ki bı yeni hastalık sadece kendisini öldürmüyordu, beraberinde doğayı da öldürüyordu.. kendisini yaşatan, yaşanmasına sebep doğayı...(Corona zaten şöyle ya da böyle bunun bir sonucu değil mi?) Anlatayım. Tarım toplumunda kol emeği ile üretim insanın ihtiyaçları kadardı. (Hastalıklar da mevzii di) Sanayi toplumunda kitleler için “kütle üretimine” geçildi. ( Hastalıklar hala yereldi yani bir anda dünyaya yayılmıyordu) Bu dönemdeki üretim tarzından dolayı talep fazlası arz stoklanıyordu. Vardiyalarla sürekli bir üretim bandında bir mal üretiliyordu. (Buna Fordist üretim tarzı diyoruz). Zamanla, İletişim ve ulaşımın hızı üretimi esnek hale getirdi. Yani stoğu değil talebe yönelik üretim başladı, dolayısıyla bir anda ekonominin lokomotifi sürekli üretim olmaktan sürekli tüketim olmaya everildi. Böylece tüketim kutsandı, pohpohlandı ve insanlar buna doğru yönlendirildi. Fiyakalı tüketim alanları, dev AVM’ler, çıldırtıcı reklam kampanyaları ile bu insanların zihnine yerleştirildi, mıh gibi çakıldı. İnsanlara “Tükettiğin kadar varsın” denildi ve iş çağırımdan çıktı. İş öyle bir hal aldı ki insanlar bu tüketim mabetlerine adete ibadet eder gibi koştular.. her gün hatta bazen günde bir kaç kez. Bu tüketim mabedleri öyle bir dizyn edilmişti ki bir sakız almak için giren biri onun yüzlerce misli alışverişle ancak dışarı çıkabiliyordu. Buna farkında olmadan mecbur bırakılıyordu. Çünkü sermayenin, doymak bilmeyen açgözlülüğü ve kapitalizmin kendisine kurduğu tuzakın farkında değildi. Parası olmayanlara da kredi kartları yoluyla bankalara borçlandırılarak tüketim sürdürülüyordu. Fakir insanlar ceplerine sokuşturulan kan emici kartlara çalışır oldular. Bir insanın nihayetinde her mevsim bir iki farklı giysiye ihtiyacı var, ama hayır onlarcasını aldı insanlar. Bilim bile çarpıtıldı, güya insanların sonsuz ihtiyaçları vardı, ekonomi bilimi bu sonsuz ihtiyaçları sonlu mallarla dengeleyen bir bilimdi! Yalan, külliyen yalan.. Bir insanın neden sonsuz ihtiyacı olsun ki. Bir insanın yiyeceği içeceği, giyeceği belli değil mi. Kapitalistler ve egemenler insanların ihtiyacı olan barış, kardeşlik ve özgürlüğü onlardan esirgiyor onların ihtiyacı olmadığı kadar malları allayıp pullayarak önlerine boca ediyor, “hadi al bunu mutlu ol” diyordu.. Böylece “Tüketim çılgınlığı” kartopu gibi büyüdü. Marka deliliği, gün tuzakları, gösteriş budalalığı bir birine hava atmanın aracına dönüştürüldü. İnsanlar ihtiyaçları nispetinde değil onların almasını istedikleri nispette tükettiler. Bütün bunlar insan düşünülerek değil, sermayenin karlılığı için yapılıyordu. İnsan burda sadece bir araçtı. Onun malını alan, tüketen bir araç, bir müşteri. Ve bununla bu tüketim çılgınlığıyla insanoğlu sadece kendine zarar vermiyordu aynı zamanda doğaya da zarar veriyordu. Böylece, bu süreçte giderek kendine yabancılaşmakla kalkmıyor doğayı katlederek, çevresini kirleterek bindiği dalı da kesiyordu. Daha doğrusu içinde bulunduğu gemiyi kendi elleriyle deliyordu. (Doğa katlinin ve çevre kirliliğinin neye yol açtığını bir önceki yazı da anlatmıştım.) Doğa da zamanı geldiğinde intikamını alıyordu! Yabancılaşmaya gelince.. Şöyle anlatayım. Şimdi, bir insanı kesip içine bakarsanız kan, kemik, yürek vs sevgi, nefret, kıskançık,hoş görü, aç gözlüklü vb bir çok haslet görürsünüz. Bunların hepsi de insani, insana dair hasletlerdir. Yani bunlar insan denen varlığın doğasının birer parçasıdır, içinde vardır. Ama insanın içine baktığınızda orda dolar, avro, TL göremezsiniz; çünkü bunlar insanın doğasının parçası değiller. İşte, eğer siz (sözgelimi) sevginin yerine TL’yi yani parayı koyarsanız o vakit kendinize, yani insan’lığınıza yabancılaşırsınız. Artık para -pul için, güç için ananızı, babanızı feda edebilir; arkadaşınızı, dostunuzu satabilir, insanları katledebilir, onları açlığa, yokluğa, yoksulluğa mahkum edebilirsiniz. Şimdi topyekün bu yerleştirildi hafızalara. Etrafınıza bir bakın; Şimdı insanlık bu hastalıkla malül değil mi? Evet ve maalesef şimdi topyekün bir yabancılaşma çağında yaşıyoruz. Bu yüzden AVM’lere, alışveriş merkezlerine tapınacak gibi gidiyoruz, bu yüzden altta kalanın canı çıksın diyoruz, bu yüzden bana değmeyen yılan bin yaşasın diyoruz, bu yüzden hırslarımız için başka insanları eziyor ve sömürüyoruz. Hatta bu yüzden bizi ezen ve sömürenlere ses çıkarmıyoruz. Bizi baskı altına alan, bizim özgürlüklerimizi kısıtlayan, bizim paramızla saraylar yapanlara, bizim vergilerimizle aldıkları coplarla bizi joplayanlara umulmaz bir tevekkülle bir şey demiyoruz. Oysa ve güya onlar bizim hizmetkarlarımızdı, bize hizmet etsinler diye seçmiş ya da onları ortak işlerimizi yapsınlar diye memur etmiştik. Onlar ise ellerine geçirdikleri bizim gücümüzle bize krallık tasladıklarında sus pus oluyoruz, pısıp kalıyoruz. Modern kölelere dönüyoruz. ..,, dünyayı yaşanmaz hale getirenlere sesimizi çıkaramıyoruz. Birileri daha fazla kazanacak diye yaşadığımız dünyayı kendi çıkarları için mahvediyor, biz ise seyirci kalıyoruz. Ve böyle giderse, yani bu tüketim çılgınlığı sürerse, bize bir dünya deği beş dünya lazım. Bu yüzden olsa gerek bir virüs çıkıyor bize bunu hatırlatıyor, biz zavallı insanlara haddimizi bildiriyor. Haddinizi bilin diyor. (Ya da çıkartılıyor dünyayı yeniden dizyn etmek için.) Ne fark eder. Sonunda bu da geçecek, biz bir süre sonra olanları unutacak, gene aynı çılgınlığa devam mı edeceğiz? Biraz düşünün; Aynı yabancılaşmaya devam edecek miyiz? Yoksa yeni bir başlangıcın kapısında mıyız? (Devam edecek) Prof. Dr. Ahmet Özer
İnsanoğlu uygarlık tarihi boyunca çok felaketler yaşadı. Bunların en büyükleri kıtlıktan doğan açlık, hastalıklardan doğan salgınlar ve meydan savaşlarında yaşanan katliamlardı.

Corona virüsü bize tüketim çılgınlığını ve kendimize olan yabancılaşmamızı hatırlattı.
Nasıl mı? Anlatayım.

İnsanoğlu uygarlık tarihi boyunca çok felaketler yaşadı. Bunların en büyükleri kıtlıktan doğan açlık, hastalıklardan doğan salgınlar ve meydan savaşlarında yaşanan katliamlardı.

İnsanoğlu geçmişte kitleler şeklinde açlıktan ölüyor; veba, verem, tifo, Isp gribi gibi iptidai hastalıklardan ötürü bir anda köyler, kasabalar, şehirler yok oluyordu. Zamanla tıbbın gelişmesi ve antibiyotiğin bulunması ile bunların üstesinden geldi. Tarım teknolojileri sayesinde açlığı da yendi. (Öyle bir zaman geldi ki obeziteden ölenlerin sayısı açlıktan ölenlerden fazla oldu. Hala bazı bölgelerde yaşanan açlık ise doğal değil, siyasidir)

İnsanoğlu, bunları başarınca bir anda kendini dünyanın efendisi sanmaya başladı ve başka hastalıklar peydahladı, tatmin olmayışının doyumsuzluğu sayesinde.

Bu yeni hastalığının adı “Tüketim çılgınlığı” idi. Ne ki bı yeni hastalık sadece kendisini öldürmüyordu, beraberinde doğayı da öldürüyordu.. kendisini yaşatan, yaşanmasına sebep doğayı...(Corona zaten şöyle ya da böyle bunun bir sonucu değil mi?)
Anlatayım.

Tarım toplumunda kol emeği ile üretim insanın ihtiyaçları kadardı. (Hastalıklar da mevzii di) Sanayi toplumunda kitleler için “kütle üretimine” geçildi. ( Hastalıklar hala yereldi yani bir anda dünyaya yayılmıyordu)

Bu dönemdeki üretim tarzından dolayı talep fazlası arz stoklanıyordu. Vardiyalarla sürekli bir üretim bandında bir mal üretiliyordu. (Buna Fordist üretim tarzı diyoruz).

Zamanla, İletişim ve ulaşımın hızı üretimi esnek hale getirdi. Yani stoğu değil talebe yönelik üretim başladı, dolayısıyla bir anda ekonominin lokomotifi sürekli üretim olmaktan sürekli tüketim olmaya everildi.

Böylece tüketim kutsandı, pohpohlandı ve insanlar buna doğru yönlendirildi. Fiyakalı tüketim alanları, dev AVM’ler, çıldırtıcı reklam kampanyaları ile bu insanların zihnine yerleştirildi, mıh gibi çakıldı. İnsanlara “Tükettiğin kadar varsın” denildi ve iş çağırımdan çıktı.

İş öyle bir hal aldı ki insanlar bu tüketim mabetlerine adete ibadet eder gibi koştular.. her gün hatta bazen günde bir kaç kez. Bu tüketim mabedleri öyle bir dizyn edilmişti ki bir sakız almak için giren biri onun yüzlerce misli alışverişle ancak dışarı çıkabiliyordu. Buna farkında olmadan mecbur bırakılıyordu. Çünkü sermayenin, doymak bilmeyen açgözlülüğü ve kapitalizmin kendisine kurduğu tuzakın farkında değildi. Parası olmayanlara da kredi kartları yoluyla bankalara borçlandırılarak tüketim sürdürülüyordu. Fakir insanlar ceplerine sokuşturulan kan emici kartlara çalışır oldular.

Bir insanın nihayetinde her mevsim bir iki farklı giysiye ihtiyacı var, ama hayır onlarcasını aldı insanlar. Bilim bile çarpıtıldı, güya insanların sonsuz ihtiyaçları vardı, ekonomi bilimi bu sonsuz ihtiyaçları sonlu mallarla dengeleyen bir bilimdi! Yalan, külliyen yalan.. Bir insanın neden sonsuz ihtiyacı olsun ki. Bir insanın yiyeceği içeceği, giyeceği belli değil mi.

Kapitalistler ve egemenler insanların ihtiyacı olan barış, kardeşlik ve özgürlüğü onlardan esirgiyor onların ihtiyacı olmadığı kadar malları allayıp pullayarak önlerine boca ediyor, “hadi al bunu mutlu ol” diyordu..

Böylece “Tüketim çılgınlığı” kartopu gibi büyüdü. Marka deliliği, gün tuzakları, gösteriş budalalığı bir birine hava atmanın aracına dönüştürüldü. İnsanlar ihtiyaçları nispetinde değil onların almasını istedikleri nispette tükettiler.

Bütün bunlar insan düşünülerek değil, sermayenin karlılığı için yapılıyordu. İnsan burda sadece bir araçtı. Onun malını alan, tüketen bir araç, bir müşteri.

Ve bununla bu tüketim çılgınlığıyla insanoğlu sadece kendine zarar vermiyordu aynı zamanda doğaya da zarar veriyordu. Böylece, bu süreçte giderek kendine yabancılaşmakla kalkmıyor doğayı katlederek, çevresini kirleterek bindiği dalı da kesiyordu. Daha doğrusu içinde bulunduğu gemiyi kendi elleriyle deliyordu. (Doğa katlinin ve çevre kirliliğinin neye yol açtığını bir önceki yazı da anlatmıştım.) Doğa da zamanı geldiğinde intikamını alıyordu!

Yabancılaşmaya gelince..

Şöyle anlatayım.
Şimdi, bir insanı kesip içine bakarsanız kan, kemik, yürek vs sevgi, nefret, kıskançık,hoş görü, aç gözlüklü vb bir çok haslet görürsünüz. Bunların hepsi de insani, insana dair hasletlerdir. Yani bunlar insan denen varlığın doğasının birer parçasıdır, içinde vardır.

Ama insanın içine baktığınızda orda dolar, avro, TL göremezsiniz; çünkü bunlar insanın doğasının parçası değiller. İşte, eğer siz (sözgelimi) sevginin yerine TL’yi yani parayı koyarsanız o vakit kendinize, yani insan’lığınıza yabancılaşırsınız. Artık para -pul için, güç için ananızı, babanızı feda edebilir; arkadaşınızı, dostunuzu satabilir, insanları katledebilir, onları açlığa, yokluğa, yoksulluğa mahkum edebilirsiniz. Şimdi topyekün bu yerleştirildi hafızalara. Etrafınıza bir bakın; Şimdı insanlık bu hastalıkla malül değil mi?

Evet ve maalesef şimdi topyekün bir yabancılaşma çağında yaşıyoruz. Bu yüzden AVM’lere, alışveriş merkezlerine tapınacak gibi gidiyoruz, bu yüzden altta kalanın canı çıksın diyoruz, bu yüzden bana değmeyen yılan bin yaşasın diyoruz, bu yüzden hırslarımız için başka insanları eziyor ve sömürüyoruz. Hatta bu yüzden bizi ezen ve sömürenlere ses çıkarmıyoruz.

Bizi baskı altına alan, bizim özgürlüklerimizi kısıtlayan, bizim paramızla saraylar yapanlara, bizim vergilerimizle aldıkları coplarla bizi joplayanlara umulmaz bir tevekkülle bir şey demiyoruz. Oysa ve güya onlar bizim hizmetkarlarımızdı, bize hizmet etsinler diye seçmiş ya da onları ortak işlerimizi yapsınlar diye memur etmiştik. Onlar ise ellerine geçirdikleri bizim gücümüzle bize krallık tasladıklarında sus pus oluyoruz, pısıp kalıyoruz. Modern kölelere dönüyoruz.

..,, dünyayı yaşanmaz hale getirenlere sesimizi çıkaramıyoruz. Birileri daha fazla kazanacak diye yaşadığımız dünyayı kendi çıkarları için mahvediyor, biz ise seyirci kalıyoruz. Ve böyle giderse, yani bu tüketim çılgınlığı sürerse, bize bir dünya deği beş dünya lazım.

Bu yüzden olsa gerek bir virüs çıkıyor bize bunu hatırlatıyor, biz zavallı insanlara haddimizi bildiriyor. Haddinizi bilin diyor. (Ya da çıkartılıyor dünyayı yeniden dizyn etmek için.) Ne fark eder.

Sonunda bu da geçecek, biz bir süre sonra olanları unutacak, gene aynı çılgınlığa devam mı edeceğiz? Biraz düşünün; Aynı yabancılaşmaya devam edecek miyiz? Yoksa yeni bir başlangıcın kapısında mıyız?
(Devam edecek)

Prof. Dr. Ahmet Özer

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve inovatifhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.