Gelir Dağılımındaki Adaletsizlik… Bedrettin Gündeş yazdı
Gelir dağılımındaki adaletsizlik ve eşitsizlik sadece ekonomik bir problem olmanın ötesinde, toplumsal yapıyı derinden etkileyen bir sorundur. İnsanların yaşam standartları, gelir seviyeleri, barınma, eğitim ve sağlık gibi temel hizmetlere erişimleri arasındaki uçurumlar arttıkça, bu adaletsizlik ülke genelinde hem bireysel hem de toplumsal düzeyde yaşadığı sorunları derinleştirmektedir.
Gelir adaletsizliğinin toplumsal yapıyı bozmadaki rolü, sadece maddi farklarla sınırlı kalmaz; aynı zamanda toplumda güven, dayanışma, adalet ve ahlaki değerlerin yozlaşmasına da yol açar.
Gelir dağılımındaki adaletsizlik, genellikle daha zengin ve daha fakir sınıflar arasındaki uçurumu büyütür. Bu, bireylerin yaşam fırsatlarını eşitleyen bir düzeyde etkili olmayıp, daha büyük bir sosyal çatışma, ötekileştirme ve dışlanma duygusu yaratır.
Özellikle zayıf ekonomik durumdaki bireyler, devletin ya da toplumun kendilerine sağladığı kaynaklara ulaşmada zorluk çekerken, zenginler daha fazla fırsat ve olanak elde ederler. Bu durum, toplumsal huzursuzluğa yol açarken, aynı zamanda bireylerde geleceğe yönelik umutsuzluk ve çaresizlik duygusu uyandırdığı da bir gerçek.
İşsizlerin, emeklilerin, sabit gelirlilerin yaşam standartları yoksulluk sınırının altında hayatı çekilmez hale getirirken, ihtişamın, savurganlığın, bireyselliğin, fırsatçılığın yarattığı zenginlik, toplumun sırtında gittikçe büyüyen bir yük olarak durmaktadır. Bu yük, toplumsal sorunları arttırırken; üreten, istihdam yaratan, hakkıyla, hukukuyla sanayinin gelişmesi için yatırım yapan dürüst iş insanlarını da olumsuz etkilemektedir.
Bu adaletsizliğin sosyal yapıya etkileri yalnızca bireylerin refah seviyeleriyle sınırlı kalmaz. Aynı zamanda toplumda bir tür ahlaki çöküşe yol açar. Bu çöküş, güvensizliği, güvensizlik sermayenin bocalamasını, bu bocalama dönemi de her alanda itibarsızlığı ve ülkenin bir bütün olarak yoksullaşmasını beraberinde getirir.
Yönetenler ya da fırsatı kollayanlar; gelir eşitsizliğini türlü bahaneler ileri sürerek kendilerini ve başkalarını çeşitli yollarla ikna edebilirler; sürecin hep kendi lehlerine devam edeceğine inanabilirler. Ancak, toplumsal uyumsuzluk sonunda herkesi bir bütün olarak olumsuz etkiler. Bu olumsuzluklar ahlaki değerlerin yer değiştirmesine ve toplumsal dayanışmanın zayıflamasına neden olur. Finlandiya’nın yoksulluktan nasıl dünyanın en huzurlu ülkesi durumuna geldiklerini anlamadan, bilmeden, örnek almadan, bu kötü atmosferden çıkmanın olanaklı olmadığı bilinmelidir.
Gelir adaletsizliğini kabul etmek, bazen toplumun değerlerine aykırı bir şekilde "hak edilmiş" veya "doğal" bir durum olarak görülebilir. Bu tür bakış açıları, sosyal sorumluluk, adalet ve eşitlik gibi temel değerlerin zayıflamasına yol açar.
Yoksulluk, toplumsal bir olgu olarak, birçok faktörün bir araya gelmesiyle ortaya çıkar. Kimi zaman bireylerin kişisel tercihlerinin veya çabalarının bir sonucu olarak görülebilirken, çoğu durumda yönetimsel kararlar, sistemik eşitsizlikler ve toplumsal yapılar gibi dışsal faktörler yoksulluğun asıl belirleyicileri olur.
Yoksulluğun "kader" olarak kabul edilmesi, genellikle bu faktörlerin göz ardı edilmesi veya yeterince sorgulanmamasıyla ilişkilidir. Oysa yoksulluk, çoğunlukla yönetenlerin adaletsiz politikaları, ekonomik düzenin eşitsizliklere dayalı yapısı ve toplumsal fırsat eşitsizliklerinden kaynaklanır.
Yönetenlerin, bir toplumun refahını artırmak için aldıkları kararlar ve uyguladıkları politikalar, yoksulluğun varlığı üzerinde doğrudan etkilidir. Adil bir gelir dağılımı, eğitim fırsatlarının eşitliği, iş gücü piyasasında ayrımcılığın önlenmesi gibi uygulamalar, yoksulluğun azaltılmasında önemli bir rol oynar.
Adalet ve yoksulluk ele alındığında, yalnızca bireysel davranışları değil, toplumsal ve yönetimsel yapıları da göz önünde bulundurmak lazım. Adalet, toplumun sürdürülebilirliğinin ve düzeninin sağlanabilmesi için temel olgu iken; yoksulluk, genellikle adaletsizlik ve kötü yönetimle ortaya çıkan bir sosyal sorundur.
Bir toplumda adaletin ve hukukun işlemesi, yoksulluğun ortadan kalkmasında en önemli faktörlerden biridir. Bu konuda, Beyaz Zambaklar Ülkesi Finlandiya’yı yeniden keşfetmek lazım.
Bir ülkenin yoksulluk içinde bile ahlak değerlerini koruyarak, dayanışmayı hayatın her alanın da yaşatarak, eğitim ve öğretimi uygulamalı ve ufuk açıcı sürece taşıyarak yol aldığını Finlandiya örneğinde görmekteyiz. İnsan yaşamını lüksün ötesinde konforlu bir alana yayarak, sanat, estetik, kent bilimi ışığında nasıl mutlu ülke olunacağını Finlandiya pratiğiyle değerlendirebiliriz.
Birlikte üretmenin, birlikte kalkınmanın, birlikte paylaşmanın ve birlikte mutlu olmanın pratikteki ifadesini sosyal yaşama taşıyan Finlandiya’dan ders çıkarmalıyız.
İnsan olma özelliğimizi öne çıkararak, toplumsal düşünerek, erdem değerlerini yaşatarak yol alırsak; insanın insanca yaşayabileceği, birbirini anlayacağı, adalet ve evrensel değerlerin hâkim olacağı bir yaşamın tadını alabiliriz.
Bu tadı alabilmenin yolu; devletin kendi sorumluluğunu da yerine getirmesiyle mümkündür. Yoksulluk, sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal bir sorundur. Bu nedenle, çözümü de yalnızca maddi desteklerle, gıda, kömür dağıtmakla sınırlı kalmamalı. Toplumun tüm kesimlerini kapsayan bütüncül politikalarla yol alınmalıdır.
Enflasyonist ortamda istikrar olmaz ve her alanda erozyon yaşanır, geçim ve barınma sorunu çözülemez hale gelir. Merkez bankasının faiz oranlarını düşüreceği yerde, % 46 seviyesine çıkarması kredili ev almak isteyenleri daha da karamsarlığa itmektedir. Sanayici, esnaf kredi alamayacak duruma geldi. Bankalar kapıları kapatmış durumda. Konkordatolar artmaya başladı. Yeni bir kalkınma, silkelenme ve demokrasiyle bütünleşmeye acil ihtiyaç var.
Devlet; sosyal yönünü güçlendirmesi, insan değerini öncelemesi, adaletli davranması durumunda toplumsal birlikteliği sağlar ve güven verir. Devlet, yalnızca gececi yardımlar sağlamakla değil, aynı zamanda bireyleri üretken ve onurlu bir yaşam sürebilecekleri koşullara kavuşturmakla sorumluluğu olan bir sistemsel yapıdır.
BEDRETTİN GÜNDEŞ SOSYOLOG / YAZAR