Dış politika fena halde baş döndürüyor. Yıllar boyu Yurtta sulh, cihanda sulh ilkesi ile yetişen, büyüyen kuşaklar için yaşadığımız günler oldukça hareketli.
İmparatorluğun dağılmasından sonra, savaş yorgunu, genç Cumhuriyet kurucularının, temel ve değişmez ilkesi; imparatorluk bakiyesi milletlerin sorunlarıyla pek ilgilenmemeyi gerektiriyordu. Gerçi Soğuksavaş ortamında; iki kutuplu, paylaşılmış dünyanın gerçekleri başka türlü davranmayı çok olanaklı kılmıyordu. Roller ve mevziler belliydi.
Geleceğini ve çıkarlarını Batı İttifakı içinde gören Türkiye; Batı tarzı bir yaşam biçimini benimseyerek ve onun kurumları içinde yer alarak yoluna devam etti. Türkiye, siyaseten ve şeklen Batı İttifakı içinde gözükmekle birlikte, hiçbir zaman Batının ekonomik ve demokratik seviyesine erişememiş; kapıda bekletilen, yarı demokratik, yardımlarla, hibelerle ayakta duran; çıkma askeri teçhizatlarla ordusunu donatan, NATO üyesi, anti-komünist, ileri karakol görevi üstlenmiş bir yapıdaydı.
Bize biçilen görev; halktan gelen her türlü demokratik ve ekonomik talepleri şiddetle bastıran, kendi dış politikasını yürütmek inisiyatifi bulamayan, komünizme içerde ve dışarıda (Sovyet yayılmacılığına karşı) geçit vermeme üzerine kurulu; oligarşik, bürokratik sistemi ikame etmekti. Türkiye kendisine verilen rolü layıkıyla yerine getirmiş, batılı ağa- babalarını hep memnun etmiştir. Karşılığında ise, yarı kapitalist, yarı feodal, dış rekabete kapalı ekonomisi ile bir türlü istediği konuma gelememiştir.
Sovyet Blokunun çökmesi ile birlikte dünya çift kutupluluktan tek kutupluluğa doğru yelken açtı. Soğuksavaş döneminin; o görece durağan ve günümüze göre nispeten barışçıl ortamı; yerini yeni arayışlara ve yeni oluşumlara bıraktı. Sosyalist Ekonomik Modelinin, Sovyet Bloku ile birlikte darmadağın olması ve dünya sahnesinden çekilmesi, Batının liberal kapitalist, yayılmacı sistemine adeta yeşil ışık yaktı ve dünya genelinde tek hakim geçerli model oluşturdu. Sovyet Blokunu ve onun ekonomik modelini tek kurşun atmadan alt edebilen Batı; rakipsiz şekilde dünya jandarmalığına soyundu. Kibirli şımarıklığı ile dünyanın geri kalanının, özellikle yeraltı zenginlikleri bol olan, Müslüman ülkelerin üzerine amansız şekilde saldırdı.
Berlin Duvarının yıkılmasıyla birlikte, yeni planlarını ve paylaşım stratejilerini devreye soktu. Böylece Küresel Emperyalizm tanımı ile karşılaştık. Gel gör ki; işler her zaman planlandığı gibi yürümüyor. Batının ekonomik sistemi çöküyor. Kendi çıkmazını, alalamaya kalkıştıkları iflas durumunu; İslam Dünyasının zenginliklerini kullanarak aşmaya çalışan Batı; bu uğurda kendisine rehberlik yapacak, Truva Atı rolü üstlenebilecek, Kadim Müttefiki Türkiyeyi stratejik ortak seçti (!...)
Elbette bu yeni dönemde, Türkiye bir takım roller üstlenecekti ve nitekim öyle de oldu. Türkiye bölgesinde; imparatorluk bakiyesi coğrafyada, özellikle Arap Dünyasında; Batıyı örnek almış, onun siyasi ve ekonomik modelini uygulayan, İslamla demokrasiyi bağdaştıran, ekonomisini dışa açan, örnek alınabilecek bir konuma getirilmek istenmiştir. Bunda da kısmen başarılı olunmuştur.
Türkiye bir taraftan komşularına ve İslam coğrafyasına uyguladığı aktif dış politika (!) ile örnek olmaya abilik yapmaya çalışırken, diğer taraftan Kıbrıs kartı, Kürt ve terör sorunları ile dizginlenmeye ve hizada tutulmaya çalışılıyor. Bununla da yetinilmeyip ilave sorunlarla (Suriye, Irak, IŞİD, İsrail vs.) iyice kontrol altına alınmak isteniyor. Böylece o çok övülen aktif sıfır sorun politikası su almaya başlıyor. Kuzeyden güneye, doğudan batıya her yer ısınıyor.
Bölgesel liderliğe oynamak; aktif dış politikayı gerektirir. Oluşturulan dış politika paradigmaları, aydan-aya değişmez ve milli duruş gerektirir! Oysa son günlerde yaşadıklarımız tam bir savrulma halidir. İncirliği açmak, yabancı asker kabulü, eğit- donat gibi ucu açık ödünler ve doğrudan savaş riski; güç bela elde edilen siyasal istikrar ve ekonomik başarı sadık ve edilgen müttefikliğe eskiden olduğu gibi, bir kez daha heba edilmemelidir!...