“ Deprem öldürmez, bina öldürür”
5.8’lik İstanbul depremiyle yine sarsıldık. Korkularımız yeniden depreşti. Felaket anlarındaki deneyimsizlik, iletişimsizlik ve bir türlü organize hareket edememeyle tekrar yüzleştik. Oysa son büyük depremin üzerinden yirmi sene geçmişti ve bu süre zarfında, deprem güvenliği bakımından birçok şey yoluna girmiş olabilirdi. 1999 depremi yeterince öğreticiydi. İyimserliğimizi koruyarak epey önlem alındığını varsayıyoruz.
Örneğin 99 sonrası yapılan binaların sağlamlığı konusunda… 99 sonrası inşa edilen binalar, öncekilere oranla daha pahalı. Yüksek fiyatların bir nedeni de depreme dayanıklılığından dolayıdır. Eğer bu binalar gerçekten söylendiği gibi depreme dayanıklı ise epey yol kat edilmiş sayılır.
Deprem dendiğinde hemen aklıma Japonya geliverir. Japonların sadece deprem anında değil genel olarak sakin halleri, toplu halde işbirliği içinde organize olma yeteneklerine hep hayran kalmışımdır. Bizdeki panik ortamına bakınca, onlara hayranlığım bir kat daha artıyor. Hele deprem anında ‘kurulmuş saat’ gibi tıkır tıkır hareket etmelerine bayılıyorum.
Sakın, ‘Japonya’da her gün deprem olduğu için böyle davranılıyor’ denmesin! Çünkü bizde deprem kuşağı üzerindeyiz ve burada da çok sık depremler yaşanıyor.
Bir öğretmen arkadaşımın sosyal medyadaki paylaşımını çok beğendim: “ Deprem anında müşteriyi koltukta bırakıp kaçan berberi, altınları bırakıp sokağa fırlayan kuyumcuyu, müşterileri içeride unutan işletmecileri ve otel sahiplerini, tedaviyi bırakıp kaçan hekimleri medyadan izledik. Öğrencileri sınıfta unutup kaçan öğretmenleri görmedik. Sahi, tatilde mi bu öğretmenler?” sorusu ile bitirmiş ve meslek grupları arasında öğretmenlerimizin sorumluluk bilincine dikkat çekmiş.
Kabul, kaderciyiz. İşleri ‘yukarı’ havale etmekte üstümüze yoktur. Her alanda ‘Bize bi şey olmaz abi’ sözünün teskin edici gücüne sığınırız. Bir zamanlar AİDS bile işlemiyordu bu millete(!). Araba ön koltuğunda kemer bağlamaksızın, kucakta çocuk taşıma rekoru da bize ait değil mi? Bir rehavet duygusu, bir koyver gitsin hali ki hiç sormayın! Ama Tanrı korusun, başımıza bir kötülük geldiğinde de ortalığı ayağa kaldırırız. Hemen devlet babayı suçlar, yetkililere saldırırız…
Her konuda devleti suçlamak ne kadar doğru? Devletin sorumlulukları mutlaka önce gelir. Fakat vatandaşın sorumluluklarına ne demeli?. Unutulmasın küçük önlemler hayat kurtarıyor. 1999 depreminde hayatını kaybedenlerin yüzde 54’ünün, tamamen yıkılmayan ama bina içindeki eşyaların ya da yapı parçalarının altında kalanlardan oluştuğu söyleniyor. En basitinden bir deprem çantası tedarik etmek çok mu zor? Acil ulaşım yollarına park etmemek mesela. Ya da bina içindeki mobilyaları duvarlara sabitlemek… Sadece birkaç ufak önlemle, depremdeki kayıpları büyük oranda önlemenin mümkünlüğünden bahsediliyor.
Rasathane müdürünün: “ Zamanı bilmiyoruz ama sona yaklaşıyoruz” uyarısı felaket tellallığı olarak addedildi. Ancak kafaları kuma gömmemek adına, gerçeklerle ve de korkularla yüzleşmek yararlıdır. Peki, deprem şiddetindeki 7 rakamının sırrı ne? Yedi rakamı, bizdeki yapı stoku göz önüne alındığında kesinlikle yıkıcı bir şiddet anlamına geliyor. Ve İstanbul, yedi şiddetindeki depremi yaratacak, fay hattındaki enerji birikimini çoktan yakalamış.
İstanbul örneğindeki şu hesaplama felaket tellallığı mı yoksa gerçeklerlerle yüzleşip önlem almaya teşvik mi? Şehirde 1 milyon 600 bin bina bulunuyor. Yüzde 99’unun sağlam kaldığından bile yola çıksak, yıkılacak yüzde 1’lik bina sayısı 16 bindir. Her bina 5 katlı diye düşündüğünüzde, ortaya 80 bin kat çıkıyor. Her katta 4 daire varsaydığınızda, bu 320 bin daire ediyor. Evlere birer kişi bile koyduğunuzda, sayı en azından 320 bin kişiye ulaşır ki bu hesapla, yüzde birlik yıkım oranında dahi yüz binlerce kişinin hayatı tehlikede demek. Doğrusu korkunç bir olasılıktan bahsediliyor. Şimdi, kolları sıvamayalım da ne yapalım?