“Herkes anlayabildiği yerde durur”
Madrid’deki Nato zirvesinden sonra Türkiye çalkalandı. Kahvehane oturakları hareketlendi. Herkes meseleye durduğu yerden baktı. Kimilerine göre oradan zaferle ayrıldık, kimilerine göre de yaşanan bir hayal kırıklığı idi. Bana göre ise Madrid’te ne bir zafer ne de bir yenilgi vardı. Ancak hükümet edenler tarafından, öncesinde o denli bir beklenti yaratıldı ki Madrid’deki hızlı uzlaşma sürpriz oldu. ‘Beklentiler ne denli yüksekse, hayal kırıklıkları da o denli büyük olur’ sözünü doğrular bir gelişme yaşandı o gün.
Türk milletinin toplumsal hafızasındaki (Batı tarafından sürekli aldatılmış olmanın) bilginin kendiliğinden dışa vurumudur gösterilen tepkiler. ‘Yine kandırıldık mı, hangi tavizleri verdik’ endişesidir ki çok da haksız sayılmayız hani. Belki de son yüzyılda zaferlere olan açlığımızdır bu tepkilerin nedeni…
Oradaki uzlaşıya temkinli yaklaşmak ve de hemen üzerine atlamamak, sağlıklı bir duruştur ve hükümeti zayıf düşüren bir yaklaşım olarak algılanmamalıdır. Ayrıca hükümetlerin yaptıkları antlaşmaları zafer gibi sunma huyları vardır. Türkiye’nin şu aralar yaşadığı ekonomik sıkıntılar ‘taviz vermeye açık’ düşüncesini pekiştiriyor muhakkak. Türk devleti üzerinde yoğun bir baskının varlığını da kabul etmeliyiz. Daha fazlası olur muydu? Bu, antlaşma metninin içeriğinden ziyade, zirve öncesi Türk tarafının ‘elini çok yükseltmesinden’ kaynaklandı.
Son iki asırlık Türk dış politikası Batı ile Rusya arasından sıkışmış bir politikadır. Sanıyorum Türkiye’ye verilen değer, hem Batı hem de Rusya bakımından Türkiye’nin hangi tarafa ne oranda yakın veya uzak duruşuna bağlı olarak değişmektedir. Türkiye’nin Nato’ya girmesi de aynı minvalde değerlendirilmelidir. Rusya’nın Türkiye’den almak istediği tavizlerin bir sonucudur Nato üyeliğimiz. Türkiye, soğuk savaş döneminde Sovyetlere karşı ‘anti- komünist ileri karakol’ misyonu üstlenmiştir. Bunu da yaparken büyük bedeller ödemiş, içte kıyıcılığa kaçan önlemler almıştır.
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Varşova paktı ortadan kalktı. Bu durumda varlığını ‘Sovyet tehlikesine’ bağlayan Nato’nun da kendini feshetmesi beklenirdi. Ama öyle olmadı. Atlantik paktı ABD önderliğinde kendine yeni düşmanlar buldu. İslam ve terör yan yana getirilerek, Nato’nun varlığı tahkim edildi. Üye sayısı, defalarca söz verilmesine rağmen arttı ve Rusya içlerine doğru genişleme eğilimi gösterdi.
Pandemi ile başlayan süreçte ve şimdi ABD, konsept değişikliğine giderek, düşman fotoğrafının tepesine bu kez Çin ve Rusya’yı oturttu. Diğer ‘çıban başı’ devletler ise İran, Kuzey Kore ve 15 Temmuz 2016’dan sonra Nato ülkesi olmasına rağmen Türkiye’dir. ABD, Varşova paktı gibi kendini lağvetmesi beklenen Nato’yu ilginçtir, genişlemesini sözler verdiği halde durdurmayarak adeta bir dünya askeri gücü haline sokmak istemektedir.
Eğer öyle ise Nato’nun genişlemesi nerede duracaktır? Buna ileride Ukrayna, Gürcistan, Azerbaycan ve Orta Asya Türk cumhuriyetleri de dahil olacak mıdır? Bu, Rusya’yı iyece kışkırtmak bir 3. dünya savaşına kapı aralamak değil midir?
Öyle görünüyor ki ABD ve en yakın müttefiki İngiltere, Nato’yu çok daha büyütmek niyeti taşıyor. Çin ile verilecek son dünya egemenlik savaşı öncesinde, Çin ile müttefik saydığı Rusya’yı bitirmek ve böylece cepheyi daraltmak istiyor. Tabii Rusya’nın yenilmesi demek, Türkiye’nin de federal bir ülke haline sokularak, küçülmesi anlamı taşır. Türkiye, şu anki üniter yapısını koruyorsa ve Batı’dan gelecek bir Haçlı saldırısına maruz kalmıyorsa bu, Rusya’nın varlığına bağlıdır. Batı, Rusya’yı hallettikten sonra Çin’den evvel, Türkiye ve İran’ı devreden çıkartmak isteyecektir.
Nato’nun meşhur 5. maddesi Türkiye lehine hiçbir zaman işletilmez. Fakat bizim Nato’ya katkımız hep beklenendir.
Türkiye Nato’da kalmalı mıdır? Ekonomide ve mili savunma sanayiinde özgürlüğe kavuşmadan Nato’dan çıkmak risklidir. Ancak bu haliyle de (Nato içinde kalarak) çok temkinli gitmek zorundadır Türkiye. Zira Rusya ile her an karşı karşıya getirilme riski vardır. Türkiye bu süreçte çok tehlikeli bir döneme girmiş bulunuyor.