“ Salgınlar aslında birer aynadır. Her topluma, millete ve devlete onun gerçek statüsünü gösterir”
Kriz sözcüğüne o kadar alıştık ki, hiç sormayın! Kriz ile yatıp kriz ile kalkıyoruz. Kendimi bildim bileli böyledir. Oysa doksanlı yılların ortalarına değin iyimserliğimi korumuştum. Hayat benim ve de ülkem için güzel şeyler getirecekti. Bilemiyorum, belki de Avrupa’da yaşamış olmanın verdiği bir iyimserlikti bu. Ülkemin geleceğini AB içinde görmek istiyordum. Türkiye tıpkı İspanya, Portekiz ve Yunanistan gibi Birliğe üye olacak, Birlik fonları aynı diğer üç ülkeye aktığı gibi bize de akacak, ekonomimiz de böylece itici bir güce kavuşacaktı. Siyasi alanda da AB normları yakalanarak, müreffeh bir geleceğe yelken açacaktık. Ayrıca serbest dolaşım hakkını da elde edip, Batı’nın ‘nimetlerinden’ bolca yararlanacaktık.
Ancak nereden bilecektim- AB’ nin Türkiye’yi diğer yeni üye Akdeniz ülkeleri gibi ihya etme niyetinin hiç bulunmadığını…Ayrıca Berlin Duvarı’nın yıkılması birçok dengeyi değiştirdi. Doğu Avrupalı akraba milletler, eski AB üye ülkeleri için her bakımdan Türkiye’nin önündeydi. Türkiye’yi üyeliğe kabul etmemek adına- çeşitli bahaneler ile ayak sürüyen AB- duvarların yıkılmasıyla beraber bunu iyice belli etti. Batı’nın ajandası bizimkiyle hiçbir zaman uyuşmadı. Bunu fark etmem için neredeyse bir yirmi sene geçmesi gerekecekti.
İnsan hayatında da devletler hayatında da hiçbir şey tek başına ne tam iyidir ne de kötü. Hep bir artı eksi hesabı mutlaka vardır. Bugünden bakınca iyi ki Birliğe kabul edilmemişiz diyorum. İngilizlerin Brexit’i de bunu doğrular nitelikte zaten. Bağımsız kararlar almak ve bağımsız politikalar geliştirmek bunu gerektirir.
Corona salgını ile Batı’nın üzerindeki örtü kalktı. Almanya hariç, Batılı ülkelerin gerçek durumları salgın ile beraber net biçimde ortaya çıktı. Burunlarından kıl aldırmayanların cüceliğini tüm dünya gördü. İç ve dış kaynaklı birçok analiz, Türkiye’nin salgından sonraki dönemde güçlenerek ve taze fırsatlar elde ederek çıkacağını öngörüyor.
Kriz ile fırsat yapışık kardeş gibidir. Batı’nın bize her alanda uyguladığı çifte standart ‘kötü komşu ev sahibi yapar’ sözünü sürekli doğrulamıştır. Türkiye’nin bağımsız hareket etme isteği, insan hakları, demokrasi gibi bahaneler öne sürülerek- ambargolarla ve başka tehditlerle önlenmeye çalışıldı. Türkiye adeta Anadolu yarımadasına hapsedilerek, küçük yardımlar ve çıkma teçhizatlarla oyalanan- ürkek, edilgen ülke konumunda tutulmak istendi.
Türkiye corona salgınındaki takdir toplayan performansı ile son yıllarda milli savunma sanayinde devrim niteliğinde buluşları ile İran sınırından Tunus’a kadar- 2.500 km’lik hat boyunca- Ege ve Akdeniz’i de içine katan devasa bir coğrafyada- ezber bozan ataklarla- başarılı bir emperyalist boyunduruğu kırma mücadelesi veriyor. Üstelik bunu içte ve dıştaki her türlü engellemelere rağmen yapıyor…
Atak hamleler ile saydığım geniş coğrafyada şimdiye kadar devlet dışı aktörlerle yürütülen bu mücadelenin her an- devletten devlete bir savaşa evirilme riski de ne yazık ki mevcut. Yunanistan’ın ve bilhassa Mısır’ın cüretkar açıklamaları bunu doğrular nitelikte. Fransa’nın askeri önderliğinde, Körfez ülkelerinin para desteğiyle Mısır- böyle devletten devlete savaşa en yakın ülke olarak duruyor.
Tam da bu noktada ülke içi istikrar büyük önem taşıyor. Fırtınalı sürecin atlatılması bakımından siyasi istikrar da çok önemli. Kriz ve riskler var mı? Var ancak, bu vartayı atlattığımızda- etrafımızda oluşan çemberi kırdığımızda- tarihi ve eşik atlatan fırsatların da beklediğini unutmayalım. Önümüzdeki 10-15 sene, hem savunma sanayi yatırımlarının hem de ekonomik siyasi reformların- altyapının tamamlanması bakımından- benzersiz değerde bir zaman dilimidir. Ulusal bütünlüğünü koruyan bir Türkiye’nin başaramayacağı bir şey yoktur.