Dünyanın ölümlü olduğunu hepimiz biliriz. Ancak onunla yüzleşmek başkadır. Her an ölebileceğimizi bildiğimiz halde, kabullenmek zordur ölümü. Hani konduramıyorum denir ya, tam da öyle. İnsan için her ölüm zamansız ve acıdır. Ölüm insanı en olmadık en beklenmedik durumlarda yakalar. Ölüm haktır ve her canlı onu mutlaka tadacaktır. Ondan gelir yine Ona döneriz.
Fakat sürekli ölümün gölgesinde, ölüm tarlasında yaşamak, kabusa çevirir hayatları. Ölüm gündemin üst sıralarında, sanki bize kardeş olmuş. Kan ve gözyaşı sel olup akıyor Ölümle yatıp, ölümle kalkıyoruz. Öyle ki; eceliyle huzur içinde ölmek, nasıl? Unuttuk. Tüm ölümleri, medyada bize gösterildiği gibi algılıyoruz.
Allah herkese hayırlı ölümler nasip eylesin! Ama bir de kalleş, hain pusularda ölmek var. Bir terör saldırısında, bomba yüklü araçların saçtığı şekilde ölmek. Toprağın yüzlerce metre altında ekmek peşinde ölmek. Bilinçsizce yapılan, malzemesinden çalınmış binaların enkazında ölmek. Kocaları, arkadaşları tarafından ya benimsin ya da toprağın mantığıyla ölmek Hani derler ya ölümlerden ölüm beğenmek bu söz tam da yaşadığımız coğrafyaya uyuyor. Çok şanslıyız, ölümlerden ölüm beğenmek lüksüne sahibiz buralarda (!) Yatağında ölmek nadir vakalardan.
Ancak burası ölüm tarlası. Liste uzun ve zengin: Trafik kazaları, iş kazaları, terör saldırıları, kadın cinayetleri, sokak gösterileri, kan davaları, töre-namus cinayetleri, doğal felaketler, zehirlenmeler, kavga, darp, gasp Ölümünüzü nasıl isterdiniz? Kanlı mı, kansız mı, acılı mı, acısız mı? Ölümün kalleş adını en çok hak ettiği anlar var. Asla kabullenilmeyecek, çığlıkları duyulmayan ölümler var. Üstüne üstlük siyasi söylemlerin alevlendirdiği, cesaretlendirdiği ölümler var.
Daha öncekileri hazmedemeden bir sonraki ölümler kaplıyor her yanı. Şiddet, kan, gözyaşı evimizin içlerine, sofralarımıza kadar servis ediliyor. Şiddetten, savaştan, kötülüklerden uzak yaşam formları tanımadan, tanıyamadan büyüyen kuşaklar yetiştirdik. Saygıdan, sevgiden, hoşgörüden bi haber, güce tapan, özrün erdemini bilmeyen insan sürüleri dolaşıyor her yanda.
Bu şiddet sarmalında herkes payına düşeni alıyor. Öncelikle de savunmasız, güçsüz, masum insanlar alıyor. Bu tarife uyan kadınlar, kızlar alıyor. Adalet; herkesin isteği ve haklı beklentisidir. Ancak adalet yara almış, cezalar caydırıcılığını yitirmiş. Hukuksuzluk arttıkça ondan uzaklaştıkça, kanunlarla idare edilmeye, günü kurtarmaya yönelik savrulmalara tanıklık ediyoruz. Şiddeti, ölümleri sadece kanun çıkartmakla mı önlersiniz? Yoksa ortak yaşamın gerekliliğini yansıtan, demokratik iklimi oluşturarak, sağlayarak mı önlersiniz?
Yıllar boyu verilen mücadelelerle elde edilen iyileştirmeleri, bin bir güçlükle elde edilen hakları; anti-demokratik kanunlara terk edemeyiz. İşte yeni iç güvenlik yasası, buna en iyi örnektir. Polis devletine dönüşmek suçları azaltmaz! Aksine kin ve nefreti daha da arttırır.
Hunharca işlenen Özgecan cinayeti; idamı gündeme getirdi. Hatırlamak da yarar var. İdamın kaldırılması yönündeki çabaları, mücadeleleri bir anımsayın! Geri gelecek idam, gerçekten hak edenlere uygulanacak mı? Bir taraftan evrensel hukuk normlarını, tutturmak isterken, diğer taraftan kazanılan haklardan ödün vermek ne kadar gerçekçi. Devlet eliyle ölüm savunulmamalı bence. Onun yerine caydırıcı cezalar verilmeli, yargılamalar kısa tutulmalı. Şiddetin, kin ve nefretin önüne geçecek toplumsal iklim yaratılmalı, barış ve hoşgörü dili geliştirilmeli!
Son günlerde gördük ki; eğer geniş toplum katmanlarının talepleri; terörize edilmese, bir biçimde sabote edilmese, talepler büyük oranda yerine ulaşacak, adalet yerini bulacaktır. Fakat ne hikmetse gizli bir el her defasında bunun önüne geçiyor, başarıya ulaşmasını engelliyor.
Verilen tepkiler; Türk toplumunun belli bilince vardığını, savunma ve çıkış yolları refleksleri üretebildiğini; ileri bir aşamaya geçtiğini gösteriyor. Elimizde karamsarlığın değil umutvar olmanın yeterli verileri oluşmuştur. Önemli olan bunu doğru yönetmek ve iyi yerlere kanalize etmektir