“Eski hikayeler yaşanan tarihin abidevi şahitleridir”
Seyfettin’den günümüze bir asır geçti. Aynı zaman dilimi hemen hemen Cumhuriyetimizin de yaşı. Neler neler sığmadı ki bu kısa tarihe. Her şey baş döndürücü hızla geldi geçti. Zamanı geriye doğru takip etmek bizler için hızlı, kolay ve hatta eğlenceli olabilir. Nedense geçmişe özlemle, iç burukluğu ile yaklaşırız. Geçmiş hep iyi olmak zorunda mıdır? Oysa hikayeler bize başka şeyler anlatır. Seyfettin’in hikayelerindeki karakterler, şimdikiyle kıyaslanamayacak ölçüde zorluklarla, sıkıntılarla yaşamışlar. İnsanın, daha tam birey olarak kabul görmediği, birçok haklardan güvenceden mahrum kaldıkları devirlerdi o günler.
Şimdinin sızlanan, memnuniyetsiz yığınları acaba o dönemler için ne düşünürlerdi? Üstat Altan’ın şu sözü çok yerinde ve teskin edici; “Enseyi karartmayın, insanlık geriye evirilmez.” İnsanlık geriye evirilmez sözü iddialı ve belki de birçoklarını ikna etmekten uzak. Ama olsun. Ben bu söze itibar edenlerdenim. Çünkü yavaş yavaş gerçekleşse de evrimimizi tamamlayacağız.
Elime geç geçen kitaplardandır Ömer Seyfettin’den ‘Seçmeler’. İlkokulda yaygın tanınan birkaç hikayesi vardı elbette. Diyet, Forsa, Kaşağı, Falaka bizim çağımızın popüler çocuk hikayeleriydi. Fakat onun daha başka nice öyküleri vardı, o günlerde ulaşamadığımız. İşte onlardan bazılarını ‘Seçmeler’ kitabında okudum. Hele bir ‘Beyaz Lale’ eseri var ki etkisinden günlerce çıkamadım. Balkan Savaşları sırasında yaşanan Bulgar mezalimi konu edilmiş. Buradan gençlere özellikle öneririm.
Türk hikayeciliğinin önemli isimlerinin başında gelen Ömer Seyfettin’in öyküleri arasında ilerledikçe, onu daha iyi anladığımı düşünüyorum. Genç yaşta terk etti sevdiklerini. Cumhuriyetin kuruluşuna daha üç yıl vardı öldüğünde. Neden acele ettiyse usta kalem; otuz altı yaşında şeker hastalığından göçüp gitti.
Sadece o mu? Sabahattin Ali’yle de geç tanıştım. Bu ayıp yeter de artar bana. O da 1947’de bırakıp gitti sevenlerini… Daha doğrusu zorla gönderildi bu dünyadan. Bugün dahi anlaşılamayan bir sebepten. Türk edebiyat dünyası büyük kayıpta. Ali, kırk bir yaşındaydı. Seyfettin, otuz altı. Uzun ömür sürseydiler eğer, bu iki edebiyat devinin yazın hayatına daha neler, neler katabileceklerini bir düşünün!
Ömer Seyfettin’in yaşadığı dönem (1884-1920) tam bir kargaşa zamanı. Koca imparatorluğun dağılma süreci. Savaşlar, facialar, yitirilen topraklar…Fakir, yorgun, yaralı bir milletin oradan oraya sürülmesi, kederli günler…Fakat böyle süreçler iyi bir hikayeciye bolca malzeme de sunar. Anladığım kadarıyla Seyfettin bunu güzel değerlendirmiş.
Onun yazdıkları, işte bu sancılı sürecin izleri ile doludur. Sizi tarihimizde bir yolculuğa çıkartır. Geçmişin saklı kahramanlarına tanıklık ettirir. Sayfalar arasında dolaşırken bazen dudaklarınızda tebessüm bazen de yanaklarınızda gözyaşı damlasıyla, farklı alemlere yelken açarsınız. Bir hikayeciyi önemli kılan da bu değil midir? Zihninizde film kareleri belirmediği sürece, o hikaye tam oturmamıştır.
Üzerinden yüzyıl geçtiği halde hala okunan ve gündemde kalabilen bir yazar, işini layıkıyla yapmış demektir. İşte Ömer Seyfettin onlardan biridir. Yazarların anlattıkları o dönemki toplumsal sistemle ilgili veriler sunar bizlere. Günümüzü anlamak için o günleri iyi tahlil etmek gerekir. Şimdinin refah düzeni insanı, geçmişle ne oranda bir bağ kurabilirse artık. Aşırı tatminsiz tüketim toplumu insanının silkelenmeye, kendine gelmeye ihtiyacı var. Bunun için elinizin kitap raflarına uzanması yeterli.
İyi ki hikayeler, romanlar var. İyi ki bunları bizlere aktaran yetkin kalemler var. Onlarla yüzyıl öncesine ışınlanıyoruz ve hatta daha gerilere…