Demokrasi sözcüğü kavramsal olarak, Milattan Önce yaklaşık 500’ lerde, Antik Yunan'da hayata geçirilmeye çalışıldı…
O dönem Atina halkı, ortak sorunlarına en iyi çözümleri bulmak için kolektif bilgi birikimini kullanmak üzere radikal yeni bir yönetim sistemi tasarladı..
Bunu yaparken, günümüzde araştırmacıların artık kesin bulgularla doğruladığı gerçeği sezgisel olarak kavradılar, o da şuydu:
Bilişsel olarak farklı kişilerden oluşan grup, en zeki bireyden bile daha iyi çözümler üretir.
O günün koşullarında birçok insanı örneğin köleleri, özellikle de kadınları oluşturdukları demokrasi şemsiyesinin altına almayıp siyasi sorun çözme süreçlerinin dışında bıraktılar..
Ancak hayata geçirdikleri yönetim tarzı Atina’ dan önce uygulanan tüm sistemlerden çok daha kapsayıcıydı ve yönetime en geniş haliyle katılan halk demokrasinin açtığı büyük alanın nimetlerinden yararlandı.
Atina Şehir devletinin, felsefe, astronomi, matematik, edebiyat ve tıpta o günlere kadar görülmemiş biçimde kaydettiği ilerlemelerde demokratik iklimin tartışılmaz etkisi, yadsınamaz rolü vardı..
Atina’ nın 2 bin 500 yıl önce hayata geçirdiği demokrasiye kıyasla, zaman içinde kölelik ortadan kalkıp, kadınlar en azından günümüzde baskıcı erkek hegemonyasını kırmış gibi görünse de bugün demokrasi adı altında oligarşik sistemlere mahkûm biçimde yaşamak zorunda bırakıldık.
Bugün tüm dünyada ülkeler küçük bir azınlık, genellikle de zengin elitler tarafından yönetiliyor.
Bu elitler halkları oluşturan geniş kesimler bir yana kendilerini seçenlerin bile taleplerinden, beklentilerinden uzak o oligarşik elitin iktidarını temsil ediyorlar.
Geldiğimiz noktada artık birçok insan kendilerine iyi hizmet verilmediğini görerek yaratılmış statükocu yönetimlere tepki duyuyor. Bu tepki Amerika Birleşik Devletlerinde olduğu gibi çoğunluğun sandığa gitmemesi ve gidenlerin de Trump gibi demokratik sistemi araçsallaştıran dikta heveslilerini iş başına getirmesiyle ortaya çıkıyor..
Veya Fransa’ da gördüğümüz popülizmin dibine vuran Macron gibilere razı olmak zorunda kalıyoruz…
Temel sorunlardan biri de burada başlıyor..
Türkiye’ de Erdoğan, Macaristan’ da Orben ve benzeri pek çok isim, sandığa gidenlerin bir bölümünden aldıkları destekle ülkenin her alanda tek karar vericisi, mutlak muktedirleri haline geliyorlar. Demokratik sistemin zayıflıklarından yararlanıp süresiz mukavele imzalamışçasına oturdukları koltuktan kalkmıyorlar…
Oligarşik yapıların Rusya’ da Putin’ i, Çin’ de Xi’ yi değiştirilmesi mümkün olmayan lider sıfatıyla ömür boyu Başkan yapmalarının yetersizliği su götürmez biçimde ortaya çıkan demokrasi ile dahi en küçük ilgisi olmadığını söylemeye gerek yok…
Bugün dünyanın sürüklendiği kaotik tablo ortada…
İkinci dünya Savaşı ardından kurulan küresel düzen ve düzenin korumacı, uygulayıcı kurumları çatırdamakta ve insanlık eli böğründe çaresiz korku filmini izlerken domino etkisiyle sıranın hangi ülkeye ne zaman geleceğinin kâbusunu yaşıyor…
Berlin Duvar’ ının yıkılması ardından Sovyetler Birliği’ nin dağılmasıyla sona eren iki kutuplu dünya sistemi kimi çevrelerin öylesine başını döndürdü ki, 32 yıl önce Fukuyama gelişmeyi ‘Tarihin Sonu’ olarak tanımlayacak ve liberal demokrasiyi insanlığın doruk noktası olarak kutsayacaktı…
Fukuyama’ nın bir dönem tartışılmaz olarak tanımlanan tezine göre;
“liberal demokrasinin yükselişiyle birlikte, insanlığın sadece tarihte yeni bir aşamaya geçmekle kalmayıp aynı zamanda tarihin sonuna ulaşmış ve insanın siyasi evrimi son noktasına gelmişti. Batı’nın liberal demokrasisi nihai yönetim biçimi olarak evrenselleşmişti ve tüm dünya ülkeleri bu ilkeler doğrultusunda er veya geç evrimselleşecekti…”
Aradan geçen 30 yılın sonunda bugün o bahar rüzgârlarından ne denli uzaklaştığımızı yaşayarak gördük…
Liberal demokrasinin mabetleri ve kapitalizmin sembol kuleleri 11 Eylül 2001’ de üç beş radikal İslamcının kullandığı uçakların çarpmasıyla darmadağın oldu…
Afganistan, ardından Irak işgalleriyle başlayan, Arap baharı denilen halk ayaklanmaları sonucu kan gölüne dönen Libya, Suriye, Mısır…
Bugün Rusya’ nın Ukrayna, İsrail’ in Filistin-Lübnan bir adım sonrası kaçınılmaz olarak İran’a sıçrayacak saldırıları…
Dünyanın, insanlık tarihinde siyasal evrimin son halkası olarak 1990’ larda önümüze koyulan ve alternatifsiz kaldığı öne sürülen liberal demokrasi çizgisinden bugün nerelere savrulduğunu kan deryasının acılarıyla yüzleşerek yaşıyoruz…
Asıl yanıtını vermemiz gereken soru da can yakıcı haliyle orta yerde duruyor…
Elit zümrelerin, oligarşik yapıların egemen olduğu günümüzdeki sistemin, binlerce yıl öncesine dayanan Yunan Demokrasinin ilerisinde olduğunu iddia edebilir miyiz?
En güncel örnekle sorayım; halk desteği yüzde onlara gerilemiş Netanyahu’ nun başında olduğu İsrail’ in yönetim sistemine ne ad vereceğiz?
Rusya’ da Putin, Çin’ de Xi ya da Kuzey Kore’ de Kim’ in ölünceye kadar oturdukları koltuğu garantiye aldıkları ülkeler bir yana liberal demokrasinin şahikası, evrimselleşen yönetim sisteminin model ülkesi ABD katılımcı demokrasinin neresinde?
Bugün yaklaşık 250 milyon kişinin oy kullanma hakkına sahip olduğu ABD’ de Başkanlar yıllar itibariyle küçük değişiklikler gösterse de seçmenlerin yüzde 50’ sinin oylarıyla belirleniyor..
Daha da önemlisi sandığa giden seçmenin yarısından da azının tercihiyle adaylardan biri Başkan oluyor…
Sadece ABD’ nin değil tüm Dünyanın kaderini etkileyen 2000 yılı seçimlerindeki –ki o seçimlerin ardından halen tam olarak bir yere oturtulmamış 2001’ deki 11 Eylül saldırıları ve ardından Cehennemin kapılarının açıldığı kaotik dönem başlamıştı- tabloya baktığımızda halk iradesinin sandığa ne ölçüde yansıdığını görmek mümkün:
2000 sayımına göre 281 milyon nüfuslu ABD’ de 210 milyon seçmenin 105 milyonu oy kullandı ve Cumhuriyetçilerin adayı Bush 50 milyon 456 bin, Demokratların adayı Al Gore 51 milyon oy aldı.
Ancak ABD seçim sisteminin azizliği olsa gerek Bush’un 287 oy farkıyla kazandığı ilan edilen Florida seçimlerinin dengeleri değiştiren delege oylarıyla başkan olduğu ilan edildi.
Al-Gore kazanmış olsa, küresel ısınmanın önüne geçecek Kyoto sözleşmesinin hayata geçmesiyle, dünya bambaşka bir sürece geçebilirdi.
281 milyon insanın yaşadığı ABD’ de Başkan 50 milyon seçmenin desteği ve 287 oy farkıyla Başkan seçiliyor, seçilmekle de kalmayıp tüm dünyanın kaderini etkileyecek süreci başlatıyordu…
2016’da da benzer bir tabloyla karşılaştı ABD…
Trump ile girdiği seçimde Hillary Clinton 3 milyondan fazla oy almasına karşı Başkanlık koltuğuna yine delege sisteminin dayatmasıyla Trump oturacaktı…
Başkan seçilen Trump 62 milyon 985 bin oy alırken Hillary Clinton 65 milyon 854 bin oy almasına karşın kaybedecekti…
“İnsanın siyasi evrimini son noktasına taşıyan Batının liberal demokrasisinin nihai yönetim biçimi olarak evrenselleşerek, tüm dünyaya ilham verecek model olmasını beklerken” karşımızda çoğulculuk bir yana çoğunluğa bile dayanmayan ucube bir sistem duruyor korkunç bir heyula gibi…
Fukuyama bile 1990’ da ‘Tarihin Sonu’ tezini geçerli tek model olarak savunurken bu kadarını hayal etmemişti…
Tablo yeterince karamsar ama bu insanlığı azgın bir azınlığa mahkûm eden, insanlığı özgürleştirelim derken, finans köleliğin boyunduruğu altına alan mevcut sistemleri elimizin tersiyle itip yeni bir faza geçmenin farklı bir yolu, demokrasiyi yapay zeka ve sosyal platformlar üzerinden yeniden inşa etme şansımız yok mu?
Sorunun yanıtı bir başka makale konusu olsun…